İmkanı Olan Sevişsin

 

13823341_10153859223437297_1821493698_n

Benim yaşım daha önceki darbelere tanık olmaya yetmedi. İyi ki yetmemiş. Yetenlerden dinlemek istedim ancak anlatamadılar varolan kelimelerle sanırım. Sadece darbe haberi geldiğinde Eylül sıcağında kalorifer yakan apartman görevlisinden bahsetti bir tanesi. Kapı kapı kitapları toplamış kazan dairesine götürmek için…

Aslında ne serin bir Temmuz akşamı yaşıyoruz diye konuştuğumuz bir Cuma gününde”darbe” oldu sesleri bir anda ortalığı sardı. Kalp atışlarım yükseldi, ben tasavvur edemedim aklım yetmedi neler olduğuna ve olabileceğine. Toptan, tüfekten, tanktan, füzeden hiç anlamadım hayatım boyunca. F16 uçağının sadece filmlerde görüldüğünü düşenecek kadar da safmışım anlaşılan. Çok uzun zamandır yaşadığımız topraklarda özgürlüğümüzü, akıl sağlığımızı, adaletin olduğuna dair inancımızı yitirmiştik ama bu başka bir şeydi. Aynı anda hepimiz telefonlarımıza sarıldık. Ne olduğunu anlamaya çalışan şaşkınlığımız, korkmuş kalplerimiz, birbirine destek olmaya çalışan hallerimizle öyle güzeldik ki oysa…Ne olduğunu anlamak bizim payımıza düşmedi her zamanki gibi. Kaç kişilermiş? Cemaat mi devlete sızmış, devlet mi cemaate? Dış güçler mi yapmış? Kimmiş bu dış güçler? gibi sorular cevapsız kaldı. Ertesi gün yayılan bilgilerin, yapılan yorumların hızına yetişemedik. Herkes birilerine ya lanet okuyor ya da göklere çıkarıyordu. Bir kısmın korkudan ödü patlarken, birileri kutlama yapıyordu. Birileri “neden böyle oldu?” derken diğerleri “iyi oldu” diyordu. İnsanlardaki karmaşık duygu seline yetişemedim. Korkan, öfkelenen, sevinen ne kadar çok insan vardı. Uzakta olan babamın sesinde bana belli etmememek için çabaladığı “korkuyu” hissettiğimde içim kapkaranlık oldu. Kime sığınacaktık biz, ne kurtaracaktı bu allak bullak olmuş insanları? Korku ve öfke nasıl da bulaşıcı duygulardı böyle. Nasıl da bir anda bütün insanlara sıçramıştı.

Bildiğimiz kadarıyla bir tane hayatımız var ve biz bu dönemde, bu coğrafyada bir sonraki günün ne getireceğini bilmeden müthiş bir kaygıyla biricik hayatımızı sürdürmeye çalışacaksak bir çıkış yolu olmalı…

Ben geç de olsa tam bu dönem Stefan Zweig’la tanıştım. Van Gogh’un “Starry Night” illüstrasyonunun kapağında yer aldığı kitabıyla başladı serüvenimiz. Orijinal adı “Phantastische Nacht” olan Stefan Zweig’ın öykü tadında kısa romanı “Olağanüstü Bir Gece”…Zor zamanlarda okunan, hatta ilaç niyetine yutulan kitaplar vardır ya öyle bir kitap bu. Zaman mefhumunu yitirdiğin, bütün hislerinin donuklaştığını düşündüğün bir an döngüsünde sadece birşey hissedebilmek için kitap okursun ya işte tam da böyle bir ruh halinde okudum “Olağanüstü Bir Gece”yi. Peşinden “Amok Koşucusu” ve “Satranç” geldi. Keşke orijinal dili olan Almanca haliyle okuyabilseydim dedirtti ve iç dünyamın karanlığını bir nebze de olsa aydınlattı.

Evde tek başıma anlamsızca oturduğum, dışarıdan gelen korna sesleri ve haykırışlara bir mana bulamakta zorlandığım bir akşam tesadüfen karşıma izlemekte geç kaldığım “Carnivale” dizisi çıktı. Hayatın karşımıza çıkardığı tesadüfler beni hep şaşırtmıştır.  Dizinin de İyi-kötü savaşına dair muhteşem bir epik destan niteliği taşıması, tam da bu dönem de karşıma çıkması içimdeki pek çok hissi yeniden uyandırmayı başardı.

Bu aralar okuduğum her kitapla, izlediğim her filmle, dinlediğim her müzikle kalbime temiz hava girmesini sağlıyorum. Bu dönem ihtiyacımız olan şeyin “sanat” olduğunu düşünüyorum. Tarkovski’nin “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır” sözüne şiddetle hak verir bir haldeyim.

Nolur siz de içinizi karartmayın. Bol bol sevdiklerinize sarılın, biraz da güzel müziklerden, yemeklerinize kattığınız baharatlardan, topladığınız deniz kabuklarından bahsedin birbirinize. İmkanı olan delirmesin sevişsin bence!!

Umut ve Cesaret de bulaşıcı duygulardır belki kim bilir…

 

Lütfen, Lütfen, Lütfen…

IMG_0784Ben onu ilk gördüğümde aylardan Temmuzdu. Aradan on yıl geçmesine rağmen çok iyi hatırlıyorum paytak adımlarla bana gelişini, dünyaya şaşkın gözlerle bakan boncuk gözlerini…
Tahminen yaklaşık bir ay önce dünyaya gözlerini açmıştı. Annesini babasını kardeşlerini tanımayı çok isterdim ama bu mümkün değildi. Zaten o günden sonra aynı kişiye baba, anne ve abla demeye başladık. O bizim ailemizin minik kara prensiydi artık.
Evin en küçük çocuğu olarak, ablalarıyla arasındaki büyük yaş farkıyla tam bir tekne kazıntısıydı. Biz onu küçük bir lord olarak büyüttük ve tahmin edersiniz ki hiç iyi birşey yapmadık. Genlerinin de yüksek müsadesiyle şımarık minik bir canavara dönüşmesi çok zaman almadı ama bu zaman bizim kalbimizi alması kadar çabuk değildi.
Bir ailedeki herkes tek varlığa aşık olur mu? Hem de nasıl olurmuş biz o bebekken her gece uyandığında uykulu gözlerle onunla oynamaya çalışırken öğrendik. Onun sevgi gösterileri karşısında tüm dünyayı unutarak öğrendik. “Çiş, kaka” gibi kavramların hiç de kötü olmadığını, sıcak kaka ellemenin nasıl bir his olduğunu deneyimlerken öğrendik. Her sabah evden çıkmanın zor, her akşam eve gelmenin güzel olduğunu, minik zıplayışlarıyla kalbimizi zıplatırken öğrendik.
Belki galaksinin en şımarık, huysuz, insan sevmez canlısı olabilir ama o bizim herşeyimiz… Şimdi ise yok. Bir kaç günlüğüne bıraktığımız veterinerin elinden kaçıp sokaklara koşmuş.
Sokakta çok fazla yağmur yağıyo ve oldukça karanlık. İnsanlara sokulma konusunda da oldukça kötü. Saatler süren aramalarımızdan sadece bol gözyaşı ile döndük.
Hani belki olur ya birinizden biriniz görür, birinizin bir tanıdığı görür, tanıdığın tanıdığı görür. Sadece nerede gördüğünüzü söylemeniz yeterli. Onu uçarak almaya geliriz.
Bu arada samimiyetle söylüyorum, bizim çok üzülmemizin hiç bir önemi yok. Bilsem ki bir insana yanaşır, o insan da onu alır bakarsa biz bulmasakta olur. Ama aksini düşündükçe, onun üşüdüğünü düşündükçe, acıktığını, yorulduğunu, korktuğunu, üzüldüğünü, kafasının karıştığını düşündükçe inanılmaz acı çekiyoruz.
İsmi Gipsy. Ataşehir’de Kamelya Çarşısına yakın bir yerde kayboldu. Görürseniz adıyla seslenebilirsiniz, belki biz gelene kadar yemek bile verirsiniz çünkü çok iştahlıdır. Bu da kendisi:

19 Yaş…

19 yaş çok mühim bir yaştır. Ergenliğin vücutta oluşan o ilk çirkin değişimleri yavaş yavaş yerini bir bütünlük oluşturmaya bırakmıştır. Karakterin milyon kere gelişecek değişecek evrilecektir ama 19 yaşında o karakterin tertemiz yapı taşı artık oluşumunu tamamlamıştır. Kendinle ilgili büyük büyük çıkarımların vardır 19 yaşında. Hangi arkadaşlarını daha çok sevdiğini, gönül ilişkilerinde üç aşağı beş yukarı ne aradığını bildiğini zannedersin.

19 yaş alkole sigaraya özenilerek başlanan ve bol miktarda tüketilen altın çağdır. Hal böyleyken 19 yaşında kafanı mütemadiyen güzel yapıp yeni farkına vardığın ve hiç değişmeyeceğini zannettiğin gerçeklerle ilgili ahkamlar kesmek istersin. Ama 100 yaşında bile olsan sarhoş olduğunda aforizmaların 6 yaşında bir çocuğunkinden öteye gitmez ancak 19 yaşında bunu bilmezsin, bilemezsin. Her şeyi bildiğini zannedersin de aslında hiçbir şeyi bilemezsin. Aslında her şey bildiğin gibidir de Dünyayı bilemezsin 19 yaşında. Hep o bilmediğin Dünya tarafından yaralanırsın ve bir daha 19 yaşına dönecek olsan hiç büyümek istemezsin ve aslında o zamanki doğrularının hayattaki en sahici şeyler olduğunu anlarsın…

Cesur olursun 19 yaşında ve bir o kadar da korkak. Bebektir bir tarafın hala anne karnına doğru koşmak isteyen ve kahramandır bir tarafın yetişkinler dünyasında başı çekmek isteyen…

Tüm sahiciliğin, bilmediğin o çirkin dünyaya inat oluşturduğun sapasağlam gerçeklerinle çok güzelsindir 19 yaşında. Ama o bilmediğin dünya o kadar çirkindir ki bir daha asla senin kadar güzel olamayacağı için seni yok etmek ister…

Sonra ne olur 19 yaşındakiler 20 olur 21 olur 22, 25, 33, 36 olur, büyürler. Hiç büyümemek istemelerine inat hızlı hızlı büyürler. Güzel olan sahici olan ne varsa içlerinde en derinlerine saklayarak korumaya çalışırlar, ne kadarı başarılı olur bilinmez ama bir daha hiç bir zaman 19 yaşlarındaki gibi hissedemezler…

Dedim ya 19 yaş ikircikli bir yaştır diye…

Sen bu ülkenin en masum, en sahici, en gerçek, en cesur çocuğusun Ali İsmail Korkmaz…Bir yerde kendimizi telkin etmeye çalışıyoruz. Senin gibi temiz olmayan bu çirkin dünyaya katlanmak zorunda kalmadığın ve hep 19 yaşında kalacağın için. Ama hırpalanan yerlerini düşündükçe işte nası düşünülür bilinmez ama ne biliyim onları düşündükçe insan çok utanıyor bee Ali İsmail….Seni 19 yaşında öldürdüler diye çok utanıyor…

20140710-135741-50261460.jpg

Ayy resmen gökkuşağı…

Bugün güzel Pazarlardan. Hani bazı günler güZeldir ya. Bugün onlardan…
Mevsim yaz. Ama akşamları hissedilen sonbahar. Ama bugün içimiz gökkuşağı.
Bi yerde kaç kişinin olduğunu hesaplama konusunda Dünya kötüsüyüm. Ama bugün rengarenk binlerce kişi gördüğüme yemin edebilirim.
Bugün gurur duymayı çok isteyip bi türlü duyamadığım ülkemde gurur duyabileceğim insanlar gördüm. Gerçi gurur duymak benim ne haddime. Ben kıyısından köşesinden dahil olabildim sadece.
İnsan aidiyeti ile ilgili utanç duyar mı? İnsan varoluşunu saklamak zorunda kalır mı? İnsan sadece kendisi olduğu için dışlanılır mı, hor görülür mü, işsiz-ailesiz-yurtsuz kalır mı?
Kalmaz di mi? Kalmamalı zaten. Ama ülkemde bunların hepsi oldu, oluyor da.
Ama ben bugün binlercesinin rengarenk kıyafetleri ve ahenkli sesleriyle hep bir ağızdan asıl utanması gerekenin “farklılığı kabullenmeyen zihniyetler” olduğunu söylediklerine tanık oldum. Nefes alırken bile güvenli hissetmediğimiz bu ortamda haykırarak benliklerini savunduklarını gördüm.
Öyle cesurdular ki kendimde bunca zamandır cesaret olarak gördüğüm şeyden utandım. Öyle güzel, öyle renkli ve öyle samimilerdi ki renksiz olan herşeyden utandım…
Bugün ben sizin suretinizde gökkuşağını gördüm yaa gönülden dilerim ki tüm güzel şeyler sizi bulsun, haksızlıklarda sizden çooook uzak olsun…

20140629-233132-84692646.jpg

Yeniden Mutlu Olacağım Hayatımın İlk Günü…

Geçen yaz ben bir rüyadaydım. Rüyamda çok aşıktım. Her sabah mutlu uyanıyordum her gece yüzümde gülücüklerle uykuya dalıyordum. İçimde dört nala koşan bir at vardı ve benim kalbim de içimdeki ata inat dört nala atıyordu. Herkes beni seviyordu, tüm gülüşlerim bulaşıcıydı. İşim vardı, bana aşık olan bir adam vardı, sıkıntılarımın hepsi bitmişti. Gökyüzüne bakıp “Allahım bu kadar mutlu olmayı hak edecek ne yaptım?” diyordum. Sonra derken gökdelenin tepesinden aşağı düştüm. Bulutlardan yere çakılışım çok hızlı oldu. Hangisini daha önce kaybettim bilmiyorum. Önce kalbim mi durdu yoksa içimde koşan at mı hiçbir zaman bilemedim. Kendimi balonların uçtuğu rüyadan kapkaranlık bir ormanda buluverdim. Korkunç bir işim vardı, artık aşık değildim ve artık huzurlu uyuyamıyordum. İşime katlanmaya çalışıyordum, aşktan meşkten geçeli çok olmuştu ama içimdeki huzurun yok olmasına dayanamıyordum. Ama hayat bu ya insan ölmedikçe dayanıyormuş. Mutluluk ne kadar sahiciyse acı da o kadar sahici olabiliyormuş. Günler geçti, balonlar uçtu, içimdeki sesler sustu ben sadece dayandım. Hayal bile kuramadım. Sadece gözlerimi her gece sımsıkı kapatıp sabahları da zar zor  açtım. Sık sık “çok mutlu olduğum için mi başıma bunlar geldi” diye sordum ama hayat ne kadar dayanılmaz olsa da bu soruya cevabım hep “hayır” oldu. Eğer evet deseydim bundan sonra yaşayacağım her mutlu anımda içime “yanlış bir şey yapıyormuşum ve hemen bundan vazgeçmeliymişim” hissi gelecekti. O zaman devam edemezdim ki. İnsan mutlu olduğu anları içine sine sine yaşamadan nasıl hayatına devam edebilir ki? 

Sonra her şey iyiye gidecek sanırken daha kötü şeyler oldu. Bahar geldi güneş açacak derken güneş bana hiç açmadı. 

Ben dün içimdeki bin bir sıkıntıyla bu sabahı zor ettim.

Gözüme sıradan bir gün olarak gözükmesine rağmen bugün benim “yeniden mutlu olacağım hayatımın ilk günüymüş”

Sisler aralandı, kapılar açıldı, kalbimin tüm odalarına güneş doğdu.

Hayır aşık olmadım ki zaten buna gerek yoktu. 

Tüm sevdiklerim beni bugün aradı. Kalbim sıkışıp “ah” dediğimde sesim çıkmasa da sesimi duyan insanların olduğu gördüm. İyi kalpli insanlar tanıdığımı biliyordum ama onların beni bu kadar sevdiğini unutmuştum. Ailemin ne kadar muhteşem olduğunu biliyordum ama bugün daha çok fark ettim. Hayallerimi gerçekleştirmek için ihtiyacım olan tek şeyin huzur olduğunu bugün anladım. 

Evet acı ne kadar gerçekse mutlulukta o kadar gerçek.

Çok uzun zamandan sonra gözlerimi sımsıkı kapatmadan uyuyacağım. Hatta bugün yeniden mutlu olacağım hayatın ilk günü olduğu için bu gece arka arkaya “Evgeny Grinko” nun piyano sesini dinleyip yaşadığım ve yaşayacağım tüm gerçek şeyler için mutlu hissederek tüm kaçırdığım anların zamanların tadını çıkara çıkara acele etmeden uykuya dalacağım.

Size de aynısını tavsiye ederim….

P.S:

 http://www.youtube.com/watch?v=VYCOg-yglNM

Sahi Bayım Siz Hiç Çocuk Oldunuz mu?

Hey bayım! size bir şey sormak istiyorum. Çok ama çok merak ediyorum; “Vicdanınıza ne oldu sizin?”. Yoksa bir yerde mi unuttunuz? Nerede olduğunu hatırlamaya çalışın da gidip alalım. Bir arkadaşınıza verdiyseniz gidip geri isteyelim. Bir yerde düşürdüyseniz çıkıp arayalım.

Biraz düşünelim, acaba nerede olabilir? Nerede düşürmüş olabilirsiniz?

Muhtemelen emirlerinizle destan yazılan bir yerde düşürdünüz. Çocukların, gençlerin, insanların hatta ağaçların üzerinden akan kanları takip edebilirsiniz bulmak için. Tıpkı ekmek kırıntılarını takip ederek yolu bulmaya çalışan Hansel ve Gratel gibi…. Hansel ve Gratel demişken siz masal sever misinizki bayım? Size çocukken hiç masal anlatıldı mı? Berkin’e masallar anlatılabilirdi eğer yaşasaydı. Yaşasaydı biz kocaman insanlar olarak hala masallara inanabilirdik. Ama “Berkinimiz”e “hoşçakal” demek zorunda kaldık sayenizde. Pardon! Berkin’i  tanımıyorsunuz tabi; hani annesine meydanlarda yuh çektirdittiğiniz. Aaa! sesleri duyuyor musunuz bayım? Anneler ağlıyor, insanlar huzursuz, sizinle konuşmak istiyorlar, size bazı anlatacakları var sanırım. Duyuyor musunuz? Hayır mı? Yoksa kulağınıza da mı bir şey oldu. Kulağınıza bir şey olmuş olabilir çünkü o kadar çok bağırıyorsunuz ki kendi sesinizden başka hiçbir sesi işitmiyorsunuz. Dilerseniz sizi doktora götürelim ama Ali İsmail’in gittiği doktora götürmeyelim lütfen. O bazen bazı kişileri tedavi etmiyor. Ali İsmail’i etmemişti. Sizi edebilir ama. Sahi vicdanınızı orada unutmuş olabilir misiniz acaba?

Ben çok fazla dua bilmiyorum eminim siz benden çok daha fazlasını biliyor ve hakkını veriyorsunuzdur. Çok rica etsem bugün vurulan on yaşındaki “Mehmet Ezer” için de dua eder misiniz? O kadar çok kan akmış ki minik kafasından ben yarım yamalak bildiğim duamı tamamlayamadan ağlamaya başladım. Lütfen siz en azından onun yaşaması için dua eder misiniz? Anladığım kadarıyla dinle aranız baya iyi. Lütfen en iyi bildiğiniz duayla başlayın. Bu arada dua ederseniz şayet vicdanınızı bir de din kitapları arasında arar mısınız? Belki orada bırakmışsınızdır.

Diyelim ki masallar okunmadı hiç ve diyelim ki hiç parka da gitmediniz, korkmayın sadece Gezi Parkı’nı kastetmiyorum. Herhangi bir park da olur. Hiç bir ağaca sarıldınız mı hayatınızda? Hayatınızda hiç uçurtma uçurdunuz mu? Çimlere uzanıp bir kızın elini tuttunuz mu? Hiç sarhoş olup sokaklarda bağırdınız mı? Hiç başka insanların fikirlerini dinlediniz mi? Bağırmadan konuştuğunuz oldu mu? Ya da ağlayan bir insana sarıldığınız, bir hayvanı kucaklayıp eve götürdüğünüz, cebinizdeki son parayla birinin karnını doyurduğunuz oldu mu hiç? Hayatınız boyunca sizi hiç kan tuttu mu söyleyin… Sahi Bayım siz hiç çocuk oldunuz mu? Sanırım bulmuş olabiliriz. Yalvarıyorum size, çocukluğunuza dikkatlice bakın! Belki oralarda vicdana dair bir şeyler vardır…

BERKİN Neden Gitti???

Neden gittin be BERKİN, neden bıraktın bizi… Daha çok direnecektik. Önce biz, sonra sen. Önce sen, sonra biz. En çok sen ama en çok sen direnecektin. 

Henüz 15 yaşına yeni girmiştin. Ne çok hayalin vardı kim bilir.

Daha büyüyecektin. Daha çok yaşlara girecektin. Bakkaldan alıp yiyemediğin ekmeği yiyecektin. Daha aşık olacaktın. Aşık olup ağlayacaktın. Umutların olacaktı daha. 

Bir gün uyanacaktın… Olmadı…

Sen kanat oldun, kuş oldun, melek oldun ama uyanamadın.

Neden uyanamadın biliyor musun? Çünkü seni 14 yaşındayken, bakkala ekmek almaya giderken başından hedef alarak vurdular. Öyle güçlüydün ki. O kara kaşların ve gözlerinle insanın içine ısıtan gülümseyişinle o kötü adamlara inat 269 gün direndin. Seni tanımayan herkesin ışığı oldun, duası oldun, umudu oldun ama uyanamadın Berkin.

Birilerinin söylediği gibi kendinden değil bizden umudu kestiğin için gittin…

Gözlerinden daha kara yarınlara uyanmak istemediğin için gittin…

Çocuk katillerinin hiçbir şey olmamış gibi ortalıkta dolandığı bir yerde daha fazla kalmak istemediğin için gittin…

16 kg’lık bedeninin bu dünyanın pisliğini daha fazla taşıyamayacağını fark ettiğin için gittin…

Ama aslında neden gittin biliyor musun çünkü seni öldürdüler BERKİN….. 

Image

 

Ben Aslan burcuyum, neyse ki ruhumun yarısı Oğlak…

Önceden bir kaç acınası gazetede (takvim, posta gibi) günlük burç yorumunun dışında “bugün doğan kişilerin karakter özellikleri” gibi bir köşe vardı. Aslında hep çok saçma sapan uydurma şeyler yazardı ama ben yine de kendi doğum günümün olduğu gün gidip o gazetelerden birini alıp o köşeyi okumadan edemezdim. Artık o aptal gazeteler de sanırım bu uygulamalarından vazgeçtiler. Ama ben bugün bir ayrıcalık yapıp 8 OCAK’da doğan kişilerin nasıl bir karaktere sahip olduklarını yazmak istiyorum. Astrolojinin A’sından anlamam ama en iyi “8 OCAK’da Doğanlar”  (natural born killers gibi oldu) yazısını ben yazabilirim diye düşünüyorum.

Birinci 8 Ocak Vakası (yıl 1985)

Benim ilk gerçek arkadaşım 8 Ocak’ta doğdu. Gerçek derken daha önce şizofrendim ve hep hayali arkadaşlarım vardı gibi algılanmasın. İlk defa gerçekten beraber ağladığım, beraber güldüğüm, çocukluk şapşallıklarımı konuşup, ergen halimle hayatı ilk keşfettiğim insandı o. Onu tanıdığımda 14 yaşındaydım. O da 13. Çocukluktan çıkıp ergen olarak geçirilen, hayatın hem en buhranlı hem en keyifli anlarını beraber yaşama fırsatımız oldu. Sonrasında yetişkin olmadan önceki son dönemeçte de birbirimizin yanı başındaydık.

Ben şuan 29 yaşında kocaman bir kadın oldum. Beni ben yapan birçok şeyde hep “o” var. Ben onunla birlikte kuralları yıkarken cesareti öğrendim. Fiziksel olarak acı çektiğimde gülmeyi, duygusal olarak acı çektiğimde yaralarımı sarmayı ondan öğrendim. İnsan kendi ailesini seçemez ama ben onu seçerek ikinci ailemin seçiminin bana ait olduğunu öğrendim. Karşılıklı veya tek taraflı birbirimizin kalbini kırdığımızda acı çekmenin ne denli fena bir şey olduğunu, gittiğinde özlemeyi, gelmediğinde sabretmeyi, geri geldiğinde affetmeyi de ondan öğrendim. Ağlarken sığınmayı, gülerken abartmayı, hayatta paylaşılacak ne varsa paylaşmayı öğrendim. 

Tabi bunların yanı sıra babama sigara içerken yakalandığımızda suçu üzerine almaya çalıştığı için ona güvenmeyi, ablama başka bir konu için yakalandığımızda sesini çıkarmadığı için ona o kadar da çok güvenmemeyi, hayatında bir tane de olsa kötü bir erkek seçimi yaptığı için zevklerine o kadar itibar etmemeyi, benim yaptığım sevgili seçimlerinin neredeyse hepsi felaket olduğu için asıl kendi zevklerime  hiç mi hiç itibar etmemem gerektiğini de ondan öğrendim. Lisedeyken bindiğimiz bir otobüste benim saçımı çeken kızın yüzüne tükürükler saçarak “fatboyslim is fuckin in heaven” diye şarkı söyleyerek kıza göz dağı verdiğindeyse hayata dair öğrendim her şeyin çok saçma olduğunu öğrendim. :))

O edebiyatı çok sever, güzel yazılar yazar, güzel kitaplar okur. Çok güzel şarkı söyler, çok güzel taklit yapar. Onun kahkahası çok şuh, sohbeti çok şeker, tersi ise evlerden uzaktır. Bazen kendini sevmez yersiz yere. İşte öyle zamanlarda  tüm gerçekçi silahlarınızla onun yanında olmalısınız. Çünkü neye kırıldığını veya neye kızdığını anlamanız yıllarınızı alabilir ki bazen kendisi de anlamaz ama önemli değil, hissi gerçektir çünkü.

Neyse bende ki o kız çocuğunu anlatmaya kelimeler, sayfalar yetmez… 

Image

İkinci 8 Ocak Vakası (yıl 1979)

Yıl 2007 günlerden 31 Aralık. Bir yılbaşı partisindeyim. O kadar sıkıcı bir parti ki. Ben kimseyi tanımıyorum, canım oldukça sıkılıyor, yeni yıla böyle girmek istemiyorum. Derken partiye bir kişi daha katılıyor. Aslında onunla ilgili dikkatimi çeken ilk şey giydiği korkunç süveteri ve donuk-yalnız bakışları. Süveterler ilgimi hiç çekmez ama donuk ve yalnız bakışlar uzmanlık alanımdır 🙂 (siz siz olun kendinize başka bir uzmanlık alanı seçin) Neyse herkesin sıkıntıdan patladığı ev partisinde ortak bir kararla tombala oynamaya karar verdik ve tesadüf bu ya ben çirkin süveterli çocukla eş oldum. Ortaya küçük meblağda paralar konuldu ve oyun başladı. Ben hırs küpü halimle gözlerimden ateşler çıkarak oyuna konsantre durumdayım. Bizimki de sürekli saçma sapan espriler yapıp milleti güldürmeye çalışıp, en çok kendisi gülerek ortamın espri makinesi modunda takılıyor. Ben milletin buna odaklandığı zamanı fırsat bilerek tabi ki hile yapmaya başladım. İlk birinci çinkomda bu benim boynuma atladı, ikinci çinkoda sarılıp yanaklarımdan öptü, tombala demeye ödüm koptu ama neyse ki duracağı yeri bildi. O bildi ama sanırım kader bilmedi. Ben o çirkin süveterli çocukla tam üç yılımı geçirdim. Dünyanın en katlanılmaz iki insanı olarak birbirimize  o kadar yıl nasıl katlandık hala bilmiyorum. Ama o da benim şuan ki “Özgür” olmam da ikinci 8 Ocak vakası olarak tarihte yerini aldı. Çok sevdi, çok güldürdü, çok öğretti, çok ağlattı, çok öğrendi, çok dinledi, çok sustu… O da çok güzel yazı yazar, çok güzel şarkı söylerdi. Bir keresinde benim için dünyanın en güzel şarkısını yazmıştı. Onun da kendisini anlamsızca sevmediği çok zaman olurdu. Onun “tersi” tanıdığım herkesten fena, “iyi” hali de yıllarca yanında olunabilecek kadar güzeldi. 

O benim akıl hocam, sırdaşım, elini tutmam gereken yaralı çocuğum, küçük elli imparatorum, sevgilimdi. Biz sevgililik kısmını beceremedik ama geriye kalan her şeyimize müthiş fedakarlıklar göstererek sahip çıktık. Hala benim en iyi sırdaşım ve hala en hüzünlü zamanlarımda beni bir tek o kahkahalarla güldürebiliyor. 

Image

Yani demem o ki ben 30 Temmuzda doğmuş bencil, kibirli, küstah bir yaz kızı olabilirim ama ruhumun yarısı neyse ki 8 Ocak doğumlu.

Eğer siz olmasaydınız asla iyi ve şefkatli bir insan olamayacaktım….Hep bir tarafım yarım kalacak ve o yarım kalan tarafımın ne olduğunu asla bilemeyecektim.

 Bugün günlerden GÜZELLİK…İyi ki doğmuşsunuz. Geri kalan ömrünüz kalpleriniz kadar güzel geçsin…

 

 

Just For Tonight!

Dün gece rüyamda kendimi “Emma Watson” olarak gördüm. Ne alaka demeyin ben de bilmiyorum ama ben oydum. Harry Potter serisinin hiç bir filmini izlemeyip üst üste Emma Watson’ın oynadığı üç filmi izleyince böyle oldum galiba…(The Perks of being a Wallflower-The Bling Ring- This Is The End)   Filmlerin her birine ayrı ayrı bayılmakla beraber hiç Emma Watson’a falan gıpta etmedim. Her neyse ben rüyamda Emma Watson olarak hayatıma devam ederken karşıma benim yaşlarımda (aslında Emma’nın) biri çıkıyor. Meğerse rüyamda o kişi benim sevgilimmiş ama ben çocuktan baya baya korkuyorum. Bir kere benle (aslında Emmayla) tipinin saçma bir şekilde benzediğini düşünüyorum ve bu beni korkutuyor. Ama bunun yanı sıra çocukla ilgili başka bir şeyler daha beni tedirgin ediyor ne bu diye düşünürken bu hemen biz sevgiliyiz diye bana sırnaşıyor falan ben istemiyorum. Sonra çocuğun kim olduğunu hatırlıyorum. Sennn “hımm şeysin Peter şey” derken ben “Evet ben Peter Pan” diyor. Sonra beni arabasına bindiriyor. Üstü açık eski model bir arabası var bu Peter Pan’in. Sonra bir anda sahne değişiyor ve ben “On the Road” filmindeki karakteriyle Kristen Stewart oluyorum. Ama Peter hala aynı Peter. O arabayı son hızla sürerken fonda Groove Armada “Just For Tonight” çalmaya başlıyor. Kristen yani ben fonda çalan şarkıya bağıra bağıra eşlik ediyorum ama iyi hissettiğimi düşünürken ağlamaya başlıyorum. Ona nereye gittiğimizi soruyorum. O da gözlerimin içine bakıp “Neverland” diye cevap veriyor. Ben Kristen halimle de Peter Pan’den korkuyorum. Beni var olmayan ülkeye kayıp çocukların yanına götürmesin istiyorum.Sonrasında rüya hoop değişiyor ve ben “Özgür” oluyorum ama bir sınıfın içerisinde gezi eylemcilerini sevmeyen kötü adamların arasında buluyorum kendimi. Liseden çok sevdiğim arkadaşım Fulya’yı görüyorum birden. İçim bir garip oluyor. Sonra kötü adamlar bize doğru el bombası atıyorlar.Ben de el bombasını yerden alıp kendimi pencereden aşağı atıyorum.(Sanırım kahraman olmak istiyorum) Rüyamda bile teknik ayrıntılar umurumda olmuyor. Küçücük sınıfın içine kısacık mesafeden el bombası atılması ve kendimi bombayla beraber aşağı atmama rağmen iki ayağımın üzerine düşmem gibi ayrıntılara şimdi bile hiç takılmıyorum. Sonra hiçbir şey olmuyor. Bomba patlamıyor, ben canını ortaya koyan kahraman olamıyorum. Fulya yanıma gelip beni bu gerçekle yüzleştiriyor…

“Dünyanın en saçma rüyaları yarışması” yapılsa  mansiyon ödülü alabilecek bu rüyamı yorumlamak istiyorum ve bulmam hiç zor olmuyor. Bu aralar o kadar sevmiyorum ki kendimi, kararlarımı, hislerimi… Beynimin bana ihanet ettiğini düşünüyorum. Onun yüzünden hayatım tepetaklak olmuş ve ben yıkıntıların altında kalmışım gibi…

Her beş dakika bir çalacak şekildeki ayarladığım alarmım Gotan Project’in Queremos Paz şarkısıyla beni uyandırıyor…Sonrası yok sonrası bildiğimiz “Gerçek Dünya”…

Büyüye Maruz Kalan Uzuvlar…

Pazartesi günü akşam, Süreyya Operası’nın kapanış konserindeydim. Ünlü piyanist Gülsin Onay ve keman çalan oğlu Erkin Onay müthiş bi konser verdiler. Anne-oğul resmen döktürdüler. Hele Gülsin Onay piyanonun başında ayin yapıyor da birazdan havalanacak zannettim. Dün akşam ise herkese nasip olmayacak bir konsere gittim. Dünyaca ünlü keman virtüözü Itzhak Perlman’ın konserindeydim. Piyano da ise Rohan De Silva vardı. Itzhak Perlman kemanına, Rohan De Silva piyanosuna dokunduğunda tam olarak şunlar oldu:

Piyano kemana ilk görüşte âşık olurken, keman piyanonun karşısında şefkatli  olmakla  şehvetli olmak arasında sıkışmış kadınlar gibi süzülmeye başladı. Piyano aşık oldu, keman süzüldü, salondaki herkes aynı anda nefesini tuttu ve ben tam o an gözlerimi kapattım ve daha önce hiç görmediğim sokaklarda koşmaya başladım. O kadar hızlı ve o kadar yavaş koşuyordum ki hem her şeyi düşünüyor hem de hiçbir şey düşünemiyormuş gibi hissediyordum. Koşarken çaresizliğin sesi var mıdır diye düşündüm. “Çaresizliğin sesi olsaydı neye benzerdi” acaba dedim. “Tanrı’da şuan beni koşarken görüyor ve kemanla piyanonun aşkına tanık oluyor mudur” diye sordum. Sonra birden bire Ahmet Altan’ın şuan okumakta olduğum son kitabına gitti aklım. Onun o muhteşem şeyleri yazarken müzik dinleyip dinlemediğini merak ettim. Eğer şuan burada yanı başımda olsa bu ana tanıklık ederken ne yazardı sorusunun cevabını koşarken ölesiye merak ettim. Koşmaktan yorulunca uykum geldi. Bu sefer uyumayı düşündüm, uyurken dinlediğim müzikleri de… O an kemanla piyano napıyorlardı bilmiyorum ama bana bir şey oldu ve uyurken elini tutmadığım kimseye güvenmediğim geldi aklıma. Uyurken elini tuttuğum kişileri düşündüm, sonra onların yüzlerini gözlerime, seslerini de kulaklarıma getirdim. O an sanırım keman piyanonun içine girmesine izin verdi ve ben hiçliğin sesini duyduğuma yemin edebilirdim. Aklım bunun hiçlik olduğuna inanırken, gözlerim ve burnum sanırım öyle olmadığını düşündü. Eğer öyle olsaydı neye ağladığımı bilmeden ağlayamazdım değil mi?. Aklım başka şeye,  burnum ve gözlerim bir başka şeye inanırken, kemanla piyano sevişirken, ben kesinlikle Tanrı’nın da bu konsere bilet aldığına inandım…İlk önce piyano sustu, sonra büyülü keman, sonra insanlar nefes aldı, en sonunda da ben gözlerimi açtım.O an dünya gözüme her zaman göründüğünden daha güzel görünüyordu…

*****Lütfen çocuklarınızı çok küçük yaşta böyle büyülü şeyleri dinletmeye götürün. Bu hayatta mutlu olabilmelerini sağlayabilecek en büyük hediyeyi yani “hayal kurma becerisini” verin onlara…