Yeni yıla kör tenor Andrea Bocelli’nin “jingle bells” nağmeleriyle girdiğimden midir nedir yılın ilk haftası benim için huzurla geçti.İçimde anlamsız bir olgunluk, hareketlerimde bir yavaşlama, derin haller bir huşu durumu.Canım hiç dışarı çıkmak istemiyor, eve gidip ailemle vakit geçiriyorum, kimseyle konuşmuyorum ve müthiş iyi hissediyorum falan derken cuma günü geldi çattı.Tüm hafta sonu için planım evde yayılıp deli gibi dvd izlemek ve mışıl mışıl uyumaktı. Ama bir ara Labirent filmini sinemada izlemem gerekiyordu çünkü salı günü söyleşisine katılacaktım. Neyse cuma iş çıkışı bir arkadaşımla kendimize 7 o 7 ben olmak üzere tam 14 tane film aldık. Oradan da yanımıza bir arkadaşımızı daha katarak iki şişe şarap alıp kendimizi eve attık.  Bizi  yormayacak, içimizi umutla kaplatacak, içi fazla dolu olmayan bir romantik film izleyip hayallere dalmaktı niyetimiz ve adının fazla uzunluğuna aldanmadan koyduğumuz ilk film “I Want You. I Need You. I Love You. I Miss You. Like Crazy.” idi. Daha filmin ilk sahnesinde hepimiz yanlış bir seçim yaptığımızı anladık.Filmin içi boş falan değildi ve üstüne üstük acıklı ve düşündürücüydü. Film İngiltere ve Amerika arasında aşk yaşamaya çalışan iki genci anlatıyordu. Sadece tatillerde bir araya geliyorlar, kendi hayatlarını bir türlü yaşayamıyorlar, ayrılıyorlar, dayanamıyorlar barışıyorlar derken film beni perişan etti. Ne güzel kafa dağıtıp umutlanacağım derken film içime bir sürü iğne batırmaktan başka bir işe yaramadı.Ayrıca filmi nasıl izlediysem yeni aldığım beyaz H&M tshirtümün her yerini benek benek kırmızı şarap lekesi yapmayı da başardım. Zaten filmin acısına hayal kırıklığım ve çıkmayacak şarap lekelerimi de ekleyince koltukta uyuyakalmam kaçınılmaz oldu. Sabah pardon öğlen uyandığımda evde kimse yoktu. Arkadaşlarımdan biri işe biri de sevgilisiyle buluşmak için kendi evine gitmişti. Tam ne yapsam diye düşünürken evine giden arkadaşım “koş gel kahvaltı hazır film izlemeye devam ederiz hem” diye telefon açınca soluğu onun evinde aldım. Ben gelene kadar onlar “Zeıtgeıst” isimli bir belgesele başlamışlardı.  Belgesel değişik partlardan oluşuyor ve her part başka bir konu hakkında değişik bir anlatımla bilgiler veriyordu ve ben ne kadar şanssız bir insandım ki şizofreni, genetik, suç denklemi gibi bayıldığım konuları kaçırmış ekonomi, doğal kaynaklar gibi hiç haz etmediğim konulara yetişmiştim. Bana bir türlü bitecekmiş gibi gelmeyen belgeselden tek çıkardığım sonuç: Newyork’taki brokerların, ekonomiye yön veren kişilerin hafif derecede bir beyin hasarlarının olması ve empati yeteneğinden yoksun olmalarıydı. Yani şayet sizde öyle biriyseniz muazzam bir ekonomist olup Dünya ekonomisine şekil verebilirsiniz.Belgeselden dehşet şekilde sıkıldığım için sıradaki filmi benim seçmeme izin veren arkadaşlarıma görsel şölen yaşatmak için Geal Garcia Bernal ve Kate Hudson’ın oynadığı “A Little Bit of Heaven” filmini seçtim ama onu da seçmez olaydım. Birincisi Kate Hudson ve Geal Garcia dünyanın en uyumsuz  partnerleri olmuşlar.Bırakın aradaki büyük aşkı hissetmeyi bayıldığım Geal Garcia’dan soğumama ramak kaldı  filmi izlerken.Ama tabi esas kız kanser olduğu için bir iki yerinde zırladım  ve film benim için “bir tutam cehennem” olmaktan öteye gidemedi. Bu kadar huzurluyken nedir 2 gündür yaptığım bu berbat seçimler derken her filmine bayılıp öldüğüm Almodavar’ın son filmi  “İçinde Yaşadığım Deri” filmini koydum. Filmi bazıları çok beğenmiş bazıları nefret etmişti ve bende dehşet merak ediyordum. Film şuana kadar izlediğim tüm Almadovar filmlerinden farklıydı ve adamın yaşlandıkça hayal gücünün ne kadar uçabildiğini bana bu film ispatlamış oldu. Neticede ben filmi beğendim, Antonio Banderas’ı hiç sevmememe rağmen oyunculuğuna bayıldım, film boyu “yazık zavallı adamı delirtiler ama ne olursa olsun olmaz ki bu kadarı da yapılmaz ki” demekten kendimi alamadım.

Sanata ve filme doyduğum  bu hafta sonundan elime kalan tek şey 10 saattir çamaşır suyuyla lekelerini çıkarmaya çalıştığım Tshirtüm; aklımda kalan tek şey ise filmdeki Antonio’nun yani Dr. Robert’ın ne kadar nefis bir giyim tarzının olduğu oldu…Ha bi de Labirent filmine hala gidememiş oluşumun pişmanlığı.Ben en iyisi huzurum için tekrar kör tenorüme sarayım…